
5 Haziran 2013 | UYARIYORUZ


Resmi Web Sitesi

AKP hükümetinin aylardır üzerinde çalıştığı sanat kurumlarını yok etme projesi basına sızdırılmıştır. Yıllardır devam eden kamu hizmetlerinin tasfiyesi sürecinde, toplumsal belleğin en önemli kurumları olan kültür ve sanat kurumlarına sıra gelmiştir. AKP hükümeti, tüm kamu hizmetlerinde olduğu gibi, bir süredir siyasi ve ideolojik baskılarla yeniden biçimlendirmeye çalıştığı kültür ve sanatı ticarileştirmek, kültür ve sanat kurumlarının toplumsal özünü ortadan kaldırmak istemektedir.
Toplumsal yaşamın bütün alanlarını “daha fazla kar” uğruna ticarileştiren, hızla piyasa ilişkileri içine çeken AKP iktidarı, sağlık ve eğitimden sonra sanat kurumlarını da hedefine koymuştur. Dünyanın hiçbir yerinde sanat üzerinden kar elde etmeye çalışan bir iktidar yoktur. Kütüphaneler, müzeler, sanat kurumları piyasaya açılacak, üzerinden kazanç hesapları yapılan rant alanları değildir, olmamalıdır.
Mevcut durumda tüzel kişiliği olan ve yasaları ile korunan sanat kurumlarının en alt birimlere kadar seçilmişlerden oluşan kurulları olmasına rağmen, getirilmek istenen sistem, bizzat iktidar partisi tarafından atanan kişilerden oluşturulmaktadır. Siyasi iktidarın atamaları ile oluşacak bir kurulun batısından doğusuna farklı sanatlar icra eden kişileri temsil edecek bir yapı olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Bütün bu girişimleri, günlük hayatı her yönüyle biçimlendirmeye çalışan muhafazakâr zihniyetin, aynı şeyi sanat kurumları üzerinden gerçekleştirmek istemesi şeklinde yorumlamak da mümkündür. Başka bir deyişle; bu girişim, sanat kurumları üzerinde “sanat kurulları” adı altında RTÜK benzeri bir sansür ve baskı kurumunun oluşturulması anlamına gelmektedir.
657’de yapılması düşünülen değişikliklerden biri olan kamu kuruluşlarında yöneticilik görevlerine atanma kriterlerini belirleyen maddeyle, kamuya özel sektörden CEO tarzı yönetici atanabilmesinin sağlanması, üst düzey devlet memurlarının iktidarlarla gelip gitmesi için düzenlemeler yapılması hedeflenmektedir. AKP’nin yapmak istediği hükümetin sözünden çıkmayan, halka değil iktidara hizmet eden “hükümet memurları” yaratmaktır. Benzer bir mantık bugün “hükümet sanatçısı” yaratmak gibi, dünyada eşi benzeri olmayan, son derece trajik bir hal almıştır.
Mevcut uygulamada seçilmişlerin ve kendi yasalarıyla yönetilen sanat kurumlarının, iktidarın atamış olduğu bürokratik bir yapıya dönüştürülmek istenmesi, sanatın hükümetin dünya görüşüne paralel olarak biçimlendirilmesi anlamına gelmektedir. Sanatsal uzmanlık bakımından yetersiz olacağı açık olan böylesi bir kurul ile mevcut repartuvarlara sadece iktidarın desteklediği ve onayladığı projelerin dayatılması kaçınılmazdır. Bu durumun bir benzeri, Taksim Projesi’ne ilişkin İstanbul 2 numaralı koruma kurulunun teknik ve akademik değerlendirmesi sonucu onaylamadığı projede yaşanmıştır. Atanmış kişilerden ve bürokratlardan oluşan koruma yüksek kurulu tarafından iktidarın siyasi kararı doğrultusunda koruma kararı iptal edilmiştir. Böylesi örneklerin önümüzdeki dönemde daha da artması kaçınılmazdır.
Hatırlanacağı gibi, Başbakan Erdoğan’ın “Devlet eli ile tiyatro olmaz, özelleştireceğiz” demesinin hemen ardından, Şehir Tiyatroları yönetmeliğinde yapılan “Şehir Tiyatroları dışarıdan prodüksiyon alır” şeklindeki değişiklikle, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 2 milyon 750 bin TL bedelle 3 oyun satın alınmıştı. Gösterimi yapılacak 3 oyun için 2 milyon 750 bin lira ödemekte mahsur görmeyen bu anlayış, sanat kurumlarının kaynaklarının “pahalı” ve “verimsiz” kullanıldığını iddia etmektedir. Hâlbuki Devlet Tiyatrolarının 2012 yılı bütçesi yaklaşık 147 milyon liradır. Bunun içerisinde; personel harcamaları 90 milyon lira, cari harcama yani kira, elektrik, su, araç, yol vb. giderleri 41 milyon liradır. Toplamda 2012 yılında 152 oyun oynanmış olup, oyunlara yani projeye harcanan gider 15 milyon liradır.
AKP’nin kültür ve sanat kurumlarına yönelik dönüşüm uygulamaları ile sanatın değil ihale bedellerinin tartışılacağı, iktidarın sadece kendi ideolojisine yakın oyunlara ya da sanat uygulamalarına izin vereceği anlaşılmaktadır. Kültür ve sanatı kendi açıklamalarıyla itibarsızlaştırmaktan çekinmeyen AKP iktidarı, bu söylemleriyle halk için kurulmuş devlet sanat kurumlarını en azından anlayış olarak desteklemeyeceğini açıkça belirtmektedir.
Taslakta, örnek gösterilen İngiltere, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde ise personelle sanat kuruluşları arasında imzalanan sözleşmelerin içeriğinin ilgili sendika ve sanat kuruluşları arasında yapılan görüşmeler sonucunda belirlendiği ve projeleri belirleyen sanat konseylerinin sanat kuruluşlarıyla finansman garantisi için uzun dönemli anlaşmalar yaptığı bilinmektedir. Bu ülkelerde, bahsi geçen sanat konseylerinin üyeleri seçimle göreve gelen, bağımsız üyelerden oluşmaktadır. AKP’nin taslağındaki gibi bürokratlar ise böylesi bir yapı içinde asla yer almamaktadır.
2008’de sanat kurumlarında da yaş haddinin 65’e çıkması ve fiili hizmet tazminatının kaldırılmasıyla özellikle mesleki yaş sınırı olan kolektif sanatlarda AKP hükümeti tarafından ortaya çıkarılmış olan problem, emekliliğe teşvik yoluyla çözülmeye çalışıyor görülse de, taslağın bütününe bakıldığında asıl niyetin kadroları boşaltıp iptal etmek olduğu, sanat kurumlarında esnek ve güvencesiz istihdama geçileceği anlaşılmaktadır.
Kültür ve sanat alanındaki çeşitli yasaların (5441-1309, 1310 sayılı yasalar) mevcut problemleri, özel yasa ve tüzüklerle çözülebilecekken, tiyatro ve operaların yetki ve sorumluluğu tartışılan Kültür ve Turizm Bakanlığının taşra teşkilatında sanatsal yetkinliği olmayan İl Kültür Turizm Müdürlüklerine devredilmesi, fiilen bu kurumları yok etmek anlamına gelmektedir. Bakanlık, İl Kültür ve Turizm Müdürlüklerinin yardımcılarını hülle yoluyla atama makamı saymakta ve bu kadrolar sınava tabi tutulmamaktadır. Genellikle iktidara yakın, iktidarla uyumlu çalışacak kişilerin bu makamlara getirildiği dikkate alındığında böylesi bir girişimin “kuzuyu kurda teslim etmekten” başka bir anlamı yoktur.
Ayrıca; sanatkâr memur unvanlı (iş tanımları özel olarak belirlenmiş) idari sözleşmeli personelin yetki ve sorumluluğu tartışılan İl Kültür Müdürlüklerine aktarılması, sanatın ve sanatçının bağımsız yapısına büyük bir darbe vuracak, sanatçıyı memurlaştırarak gelişiminin ve özgürleşmesinin önüne yeni engeller koyacaktır. Öyle ki, dünyaca tanınmış bir opera solistinin sahneden alınarak masa başına oturtulmasının ne kadar saçma ve akıldışı olduğu ortadadır. Aynı zamanda, taslakta sanatçı sayısı kadar kadrosu bulunan vasıflı teknik personelden bahsedilmemesi de taslağı hazırlayanların sanat kurumlarının yapısından bihaber olduklarını açıkça göstermektedir. Personele aylık sözleşme ücretlerinin dört ikramiye ve iki teşvik ikramiyesi “hariç” kısmının aylık olarak ödenmeye devam edecek olması ise, sanat emekçilerinin “kazanılmış” haklarının gaspı anlamına gelmektedir. Her fırsatta emekçilerin haklarını gasp etmekten çekinmeyen AKP hükümeti, sanat emekçilerinin haklarına da gözünü dikmiştir.
Aslında, Bakanlığın sanat kurumlarının problemleri derken de ne demek istediği muğlaktır; çünkü “pahalı ve verimsiz” diye nitelendirilen oysa sınırlı bütçesi ve kadrosuna rağmen olanaklarının üstünde prodüksiyon üreten bu kurumların iç mevzuatlarını tamamlama dışında yapısal bir sorunu bulunmamaktadır. Örneğin; İtalya’da devletin kişi başı kültür ve sanat harcamaları 112 Euro, Almanya’da 101 Euro, İngiltere’de ise 143 Euro civarındadır. Hal böyleyken, Avrupa ülkeleri ile kıyaslandığında Türkiye’de kişi başına düşen kültür ve sanat harcamasının 10 Euro civarında olduğunu düşünürsek, bu rakamın ne kadar düşük seviyelerde olduğu ve kültür harcamalarına ne derecede önem verildiği de son derece açıktır.
Ayrıca; kolektif sanatların özü ve yapısı hakkında bir fikri olmadığı anlaşılan taslakta, bundan sonra kadrolu istihdam yapılmayacağı belirtilmektedir. Birlikte çalışma geleneği ve kültürü olması gereken orkestra, koro ve kordo balelerin kısa süreli sözleşme ile çalıştırılması bu bölümlerde sanatsal disiplini ve çalışma prensiplerini derinden ve olumsuz yönde etkileyecek bir düzenleme olacaktır.
Sendikamız geçen yıl sanat kurumlarının ve sahne emekçilerinin sorunları konusunda hem toplu sözleşme masasında hem de kamu personel danışma kurullarında kapsamlı önerilerde bulunmuştur ve Bakanlık yetkililerine raporlar sunmuştur. Ancak taslakta bütün vurgularımıza rağmen ortaya çıkacak sorunlar göz ardı edilmiştir.
Sonuç olarak; 1980 askeri faşist darbe sonrasında ve dönemsel ekonomik krizlerde bile sanat kurumlarının mevcut yasalarına ve çalışma yöntemlerine dokunulmamışken, kültür ve sanat kurumlarının AKP’nin “ileri demokrasisine” kurban edilmesi kabul edilemezdir. Kültür Sanat-Sen olarak bu girişime asla izin vermeyeceğimizi kamuoyuna duyururuz.
27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜNÜ YILLARDIR
ÇÖZÜM BEKLEYEN SORUNLARLA KARŞILIYORUZ!
Türkiye’nin ısrarla içine itilmeye çalışıldığı karanlığa karşı sanatın işlevi, anlamı ve öneminin her geçen gün daha da arttığı bir dönemde, Dünya Tiyatro Gününü birkez daha isyanla kutluyoruz.
Kültüre ve sanata yönelik piyasacı müdahalelerin belirgin bir şekilde arttığı bugünlerde, Kültür Sanat-Sen olarak, sahne emekçilerinin süresiz, güvencesiz ve kuralsız çalıştırılmasına karşı, kolektif sanatın gelişmesi ve özgürleşmesi için kararlı mücadelemiz sürmektedir.
Bugün Devlet Tiyatrosu ve Operası, Devlet Senfonileri yasalarına rağmen fiilen işleyemez hale getirilmekte, sahne emekçilerine 16 saate varan anayasaya aykırı angarya çalışma koşulları dayatılmakta, Devlet Tiyatrosunda mevzuat boşluğundan oluşan keyfi uygulamalarla geceyarısından sabaha kadar da çalışma yaptırılmakta, sahne emekçileri kimi günler evlerine bile gidememektedir. Bütün bu çalışmalara fazla mesai ödenmediği gibi bir günlük hafta tatili hakları bile ihlal edilmektedir.
Uluslararası İşgüvenliği ve sağlığı kuralları uygulanmayan Sanat kurumlarında, turnelerde uzun süren yolculuk sonrası sahne emekçileri dinlenmeden çalışmaya zorlanmaktadır. Uygulanan angarya nedeniyle sakatlanıp “ağır iş yapamaz” raporu alanlara sözleşmelerinin fesh edileceği tehdidi yapılmaktadır.
Sahne emekçilerinin ücret ve sosyal hak talepleri görmezden gelinmekte, kadrolularla aynı işi yapan süreli sözleşmeli personel hukuka aykırı olarak güvencesiz, günde 50 TL yevmiyeyle çalıştırılmakta, ne işçi ne kamu görevlisi olmadıkları iddiasıyla sendikasızlaştırılmaktadır. Sendikamız pek çok hukuksuzluğa olduğu gibi, Sanat kurumlarında yerleştirilmek istenen bu hukuka aykırı düzenlemeye de dava açmıştır. Bütün bunların yanı sıra İstanbul AKM gibi birçok sanat mekânının kapatılmak istenmesi ya da yerel yönetimlere devri gibi tartışmalar, Türkiye’de sanata yapılmak istenen siyasi müdahaleyi gösteren dikkat çekici gelişmelerdir.
Bir tür sistemli mobbing anlamına gelen bu uygulamaların yapılabilmesi için ise AKP hükümeti ve Bakanlık gerçek dışı beyanlarla Sahne emekçilerini toplumun gözünden düşürmeye çalışmaktadır.
Kültür ve sanatı “elitlerin işi” göstererek, toplumdan dışlamaya çalışan özelleştirmeci zihniyet, ülkemizin tarihsel, kültürel, sanatsal değerlerini gerçek dışı bilgilerle karalamaya çalışarak ve toplumsal barışı zedeleyebilecek, inanç gibi hassas konuları harekete geçirerek, tehlikeli söylemlerle bir taşla birkaç kuş vurma peşine düşmüş görünmektedir.
Önce, sayıları topu topu 6500 civarında olan Sanatçı ve Sahne emekçilerinin toplumun parasını boşuna harcadığı vurgulanmış, sonra Devlet Sanat yapmaz denmiş, ardından Sanat uzmanlık istemez herkes olabilir denmiş, en son olarak da, daha dün, Vatan gazetesinde yer alan habere göre, Cumhurbaşkanlığından “Muhafazakar Sanat yapısını oluşturmalıyız” açıklaması gelmiştir. Toplumun inancı ve siyasi tercihlerine karşı tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanlığı için manidar olan bu söylemse aslında ne yazık ki tesadüf değildir.
Bu söylemler 12 Eylül darbesini gerçekleştiren sermayenin kamu kurumlarının gereksizliği hatta para tuzağı olduğu ve özelleşse toplum için daha iyi olacağı propogandasında da kullanıldı; o gün olduğu gibi, AKP döneminde de halkın önemli ihtiyaçlarını karşılayan yüzlerce kamu kurum ve kuruluşu bu propagandayla ya satıldı ya da kapatıldı ama Brecht’in de söylediği gibi “ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza…” Brecht kapitalizmin ve onun bekçisi faşizmin karanlık yüzünü halka gösteren çok değerli Tiyatro yazarlarından yalnızca biri ve Sanat kurumlarını susturmak isteyenler aslında en çok da onları susturmanın yolunu arıyor gibiler.
Ne müzelerin özelleştirilmesi, ne kütüphanelerin kapatılması ne de Sanatın baskılanarak sanat kurumlarının toplumdan dışlanmaya çalışılması toplumun hiçbir kesimini mutlu kılacak icraatlar değildir. Bir toplumu mutlu kılacak icraatlar bellidir; herkese güvenceli iş, herkese ekmek, fırsat eşitliği, herkese parasız eğitim, parasız sağlık ve sosyal devletin olmazsa olmaz parçası kültür ve sanat. Sanat kurumlarımızın kapıları dün olduğu gibi bugün de ayrım yapmaksızın tüm topluma açıktır. Seyirci sayısı ve yelpazesi de bunu kanıtlamaktadır zaten.
İnançla ilişkilendirilen toplumsal barışı zedeleyebilecek söylemlerse tıpkı diğer özelleştirme ya da kapatıp yok etme söylemleri gibi, aslında toplumda yankısını bulmayacak, bu nedenle de toplumun tüm kesimlerine yapılan fiili baskıyla icra edilebilecektir ancak.
Kültür Sanat-Sen olarak Sanatı gözden düşürmeye, sahne emekçilerini güvencesiz hale getirmeye çalışan ucuz ve pazarlamacı zihniyete karşı mücadelemiz kararlılıkla sürerken taleplerimiz şunlardır:
Genel bütçedeki Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın payı en az Diyanet Başkanlığı’nın payı kadar olmalıdır.
Ödenekli sanat kurumları katkı payları ile amatör ve özel tiyatrolara verilen mali destek artırılmalıdır.
Sanat kurumlarının yasalarına dokunulmamalı, siyasi müdahaleler yapılmamalı, bu kurumların mevzuatları kendileri tarafından hazırlanmalıdır.
Kadrolu, iş güvenceli, sendika hakkı olan İdari Sözleşmeli istihdamı sabitlenmelidir.
Yeni sanat ortamları ve mekanları için yatırım yapılmalıdır.
Okullarda sanatın çeşitli dalları mutlaka ders olarak yer almalıdır.
Sahne emekçilerinin özlük ve mali hakları yeniden düzenlenmeli ve Sanat Kurumlarını kapatma ya da özelleştirme sevdasından vazgeçilmelidir.
Geçici süreli sözleşmeliler İdari sözleşmeli olarak kadroya alınmalıdır.
Hiçbir yasal dayanağı olmayan performansa dayalı çalışma uygulamalarına derhal son verilmelidir.
Kültür Sanat Sen olarak, tüm Sanatçı ve Sahne emekçilerinin Dünya Tiyatro gününü kutluyor, perdelerin daima bağımsız, özgür ve özerk sanat için açılacağı günleri birlikte yaratmak için herkesi ortak mücadeleye çağırıyoruz ve yine Brecht’in çok tanıdık bir dizesiyle bitiriyoruz sözümüzü;
KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ!
SELAM OLSUN DÜNYANIN TÜM SAHNE EMEKÇİLERİNE!
5 Şubat’ta yapılacak ilk ihaleyle Şinasi ve Akün sahnelerinin yıkılıp yerlerine Alışveriş Merkezi, otel yapılarak bu alanların rant alanına dönüştürülmesinin yolu açılmak isteniyor. Kültür ve sanat mekânlarından yoksun olan Başkentimizde Akün ve Şinasi sahneleri, sadece satılarak kar elde edebilecek binalar değildir. O sahneler her gün yüzlerce Ankaralıyı sanatla buluşturan, birçok Ankaralının önemli hatıralar yaşadığı, onlarca sanatçının sahne tozunu yutarak yetiştiği birer sanat mekânıdır. Ankara’nın kültür ve sanat hayatının göz bebeği olan Şinasi ve Akün sahneleri yok edilerek, AVM, otel gibi gelir getirici birer ticarethaneye dönüştürülmeye çalışılıyor. Son dönemde hızla artan kamu alanlarının ranta açılması, halkın bu alanlardan uzaklaştırılması gerçeğini de karşımıza çıkarıyor. Ankara’nın bu önemli sosyolojik, tarihsel değeri olan sanat binalarının yok edilmek istenmesi kabul edilemez. Geçmişte halkın girişimleriyle var edilen, kuşaktan kuşağa geçerek bugünlere ulaşan kültür sanat mirasımız hükümetin rantçı politikalarıyla yok edilemez.
O5.02.2013 saat 14:30 tarihinde KÜLTÜR SANAT SEN olarak AKÜN önündeyiz. Sahnelerimize sahip çıkıyoruz
Geçtiğimiz hafta bir bilim yuvası olan ODTÜ’ye 105 koruma aracı, 20 zırhlı araç, 8 TOMA 3660 polis korumasıyla ziyarete giden Başbakan, “parasız, bilimsel, demokratik eğitim, özerk üniversite” isteyen öğrencilere, ancak savaşlarda görülebilecek bir şiddetle saldırmış, öğrencilerin demokratik tepkisi karşısında iktidarın ne denli tahammülsüz olduğunu açıkça görülmüştür. Geçtiğimiz hafta ODTÜ’de başlayan ve hızla yayılan bu anlamlı tepki, siyasi iktidarın tıpkı kültüre ve sanata yönelik düşmanca tavırları gibi, bilimsel eğitim ve demokratik üniversite talep edenleri de düşman olarak gördüğünü ortaya çıkarmıştır. Öğrencilere ve üniversitelerine sahip çıkan onurlu öğretim elemanlarına karşı Başbakan ve yandaş rektörler üzerinden yürütülen karalama kampanyaları asla amacına ulaşamayacaktır. Yıllardır ülkede yaşanan anti demokratik uygulamalara en küçük bir tepki vermeyen bazı üniversite rektörlerinin polis şiddetini görmezden gelerek doğrudan ODTÜ öğrencilerini ve öğretim üyelerini suçlayıcı açıklamaları, bir süredir iktidar yanlıları için kullanılan “yandaşlık” kavramının sınırlarını zorlar hale gelmiştir. Başbakan ve destekçileri, siyasi iktidara karşı söylenen her sözü, her tepki ve protesto gösterisini şiddetle bastırma yoluna giderek, demokratik tepkileri bastıracağını sanarak büyük bir hata işlemektedir. Artık neredeyse şiddetle bastırılmayan, tehdit ve baskı ile anılmayan tek bir basın açıklaması, tek bir eylem olmaması dikkat çekicidir. AKP’nin ileri demokrasisinde protesto hakkı bile kullandırılmak istenmemekte, basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün kırıntıları bile AKP Hükümetince ayaklar altına alınmaktadır. Akademinin vazgeçilmez görevlerinden birisi de, hiçbir baskı altında kalmadan, toplum ve iktidarı sorgulamak, bunlar hakkında bilimsel ve eleştirel görüşlerini dile getirmektir. Bugün, baskıcı politikaların hedefi haline gelmiş olan ODTÜ’lü akademisyen ve öğrencilerin mücadelesinin yanında yer almak, akademi ve demokrasi tarihi açısından vazgeçilmez bir sorumluluktur. Kültür Sanat Sen olarak, iktidar kaynaklı baskı ve şiddetin hedefi haline getirilmeye çalışılan başta ODTÜ öğrencileri ve öğretim üyelerinin mücadelelerinde yalnız olmadıklarını belirtiyor, dayanışma duygularımızı ifade ediyoruz.
Sansür ve yasaklama politikalarına son verilmelidir! Son yıllarda örgütlenme ve düşünceyi ifade özgürlüğü başta olmak üzere, basım-yayın ve sanat alanında çok sayıda sansür uygulaması yaşanmıştır. Son bir hafta içinde yaşanan gelişmeler, iktidarın sansürcü ve yasaklayıcı yönünü bir kez daha karşımıza çıkarmıştır. Önce Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda okutulan 10. sınıfa yönelik edebiyat kitabında Yunus Emre’nin “Aşkın Aldı Benden Beni Bana Seni Gerek Seni” isimli şiirinden bir dörtlüğün Talim Terbiye Kurulu tarafından “sakıncalı” bulunarak resmen sansür ettiği ortaya çıkmıştır. Ardından Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde başlayan “Artnüyet” başlıklı sergiyi 17 Aralık 2012 Pazartesi günü öğle saatlerinde sergiyi gezmeye gelen ziyaretçiler nü resimlerin yerde ve ters çevrilmiş olduğunu görmüşlerdir. Galeri yetkilisine bu uygulamanın nedenini sorulduğunda yetkili, “yukarıdan gelen bir telefonla” resimleri indirmek zorunda kaldığını söylemiştir. Bu iki olay, Türkiye’nin 21. yüzyılda nasıl bir zihniyet ile yönetildiğinin görülmesi açısından dikkat çekicidir. Yaptıkları her icraat ile öncelikle kendisi gibi düşünmeyenleri yok sayanlar, nü tabloları müstehcen bulup duvardan indirip ters çeviren, Yunus Emre gibi büyük bir kültür değerinin sözlerini bile sansürleyenler bu cesareti nereden ve kimden almaktadırlar? Ömer Hayyam’ın rubaisini Twitter’da paylaşan Fazıl Say’ın “dine hakaretten” yargılanması, Yazar İskender Pala, Neşet Ertaş’ın türkülerinin bir kısmında ‘müstehcenlik’ unsurları yer aldığı iddiasıyla o türkülere yasak getirilmesini istemesi, Yunus Emre’ye okul kitaplarında sansür uygulanması, nü resimlerde bile müstehcenlik unsuru bulunması neresinden bakılsa akıl ve mantık sınırlarını aşırı zorlayan uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır. AKP iktidarının günümüze kadar gösterdiği, ancak son yıllarda daha da belirginleşen sansürcü pratiği, yasakçılığıyla ünlü II. Abdülhamit ve onun “istibdat devri”ni bile gölgede bırakmıştır. Gazetelerde çıkan karikatürlere, eleştiri yazılarına, tiyatro oyunlarına bile tahammül edemeyerek tazminat davası açan bir zihniyetin, ders kitaplarında Yunus Emre’yi ve resimleri sansürlemesi, AKP iktidarının II. Abdülhamid dönemini bile geride bırakan bir baskı düzeni oluşturmaya çalıştığını göstermektedir. Son dönemde belirgin bir şekilde artan baskılara, sansür uygulamalarına artık son verilmeli, başta örgütlenme ve düşünceyi ifade özgürlüğü olmak üzere, sanata ve sanatçılarımıza yönelik her türlü baskıya ve yasakçı müdahaleye derhal son verilmelidir.
AKP Hükümeti kaşık ile verdiklerini kepçe ile alıyor!
Halkı yoksullaştıran zamlar geri alınmalıdır.
AKP Hükümetinin 2012 yılı için altışar aylık dönemlerle uygulamaya koyduğu % 4 + % 4 ücret zammının büyük bölümü vergi dilimi uygulaması nedeniyle cebimize girmeden buharlaşmıştır. Kamu emekçilerinin önemli bir bölümünün yaşadığı bu mağduriyet üzerine, son olarak çeşitli kalemlerde yapılan vergi artışları ile birlikte ücretlerde yaşanan erime daha da hızlanmış, yaşam koşullarımız içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Önümüzdeki günlerde yapılması planlanan doğalgaz zammı ile yaşam koşullarımızın daha da ağırlaşması kaçınılmaz görünmektedir.
Yıllarca geniş halk kesimlerini işsizliğe, yoksulluğa mahkum eden; işçilere, kamu emekçilerine ve emeklilere “sefalet ücretini” reva gören AKP iktidarı, vergi artışları ile gelen son zamlar ile yaşamı emekçiler ve yoksul halk için çekilmez hale getirmiştir.
2012’nin ilk 8 ayında oluşan 8,5 milyar TL’lik bütçe açığı, bugüne kadar olduğu gibi, yine yoksul, emekçi halkın sırtına yıkılmak istenmektedir. Şirketler ve bankalar karlarını katlarken, zenginler servetini arttırırken, vergi gelirinin artış hızının düşmesi, ülke ekonomisinin kimin sırtında olduğunu göstermektedir. Sadece akaryakıta yapılan zam ile iğneden ipliğe her şeyin fiyatının artacağı ve giderek artan fiyatlar nedeniyle vatandaşın alım gücü kaçınılmaz olarak düşecektir. AKP Hükümeti halkın zamlara karşı yeterince tepki göstermemesini fırsat bilerek neredeyse soluduğumuz havayı bile paraya endeksleyecek politikaları hayata geçirmeye çalışmaktadır.
TÜİK verilerine göre ülkenin en düşük yüzde 20’lik nüfus dilimindeki 15 milyon insanın milli gelirden aldığı pay son 10 yılda yerinde saymış, ancak zenginlerin sayısı katlanarak artmıştır. AKP hükümeti, bütçe açığını kapatmak için, zenginlerden daha fazla vergi almak yerine, yaptığı vergi artışı ve zamlarla faturayı yine emeği ile geçinen insanlara çıkarmakta, halktan aldığını “teşvik” adı altında sermaye çevrelerine aktarmaya devam etmektedir.
Ekonominin büyüme sürecinde sermayenin pastası büyürken halkın sofrasındaki ekmek sürekli küçülmüştür. AKP’nin 10 yıllık yönetim pratiği; onun emekçilerin, halkın sıkıntı içindeki kesimlerini sorunlarını gerçekte hiç de önemsemediğini göstermektedir. Aksine AKP, emekçilerin yoksulluk, işsizlik, açlık, sağlık, eğitim gibi en temel sorunlarını bile sermayenin kârını artırarak çözmeyi esas alarak, her fırsatta yaptığı zamlarla halkın günlük yaşamını alt üst etmeyi sürdürmektedir.
Halkı yoksullaştıran politikalara, arkası kesilmeyen zamlara, işsizliği ve sefaleti emekçilere reva gören saldırılara karşı tüm işçi ve emekçileri, zamların geri alınması için tepkilerimizi ortaklaştırmaya ve birlikte mücadeleye çağırıyoruz.
Uzunca bir süredir sendikalara, emek ve demokrasi mücadelesi yürüten kesimlere yönelik olarak sürdürülen yoğun baskı ve sindirme uygulamaları tüm hızıyla devam ediyor. Evet, mücadele her geçen yıl bir öncekinden daha zorlu bir hale geliyor. Yalnız bu sürecin bize hatırlattığı onlara gösterdiği bir şey daha var ki o da; baskıyla, zorbalıkla, tehditle, itibarsızlaştırma politikalarıyla ülkedeki tek gerçek konfederasyon ve sendika olan KESK ve Kültür Sanat-Sen’i bitiremeyecek olmaları, buna güçlerinin yetmeyeceğidir. Ne idarelerin desteği ne hükümetin güdümü, emekçileri haklı taleplerinden ve kararlılığından vazgeçiremeyecektir. 4688 Sayılı yasa yürürlüğe girdiği andan itibaren hizmet kolunda “genel yetkili” olan sendikamız Kültür Sanat Sen 2012 yılında da tüm engelleme ve baskılara rağmen 4 bin 35 üyesi ile yine “genel yetkili” sendika olmuştur. Kamuda 2012 yılı itibariyle, hükümetin, merkezi ve yerel idarecilerin baskı ve yönlendirmeleri ile hükümet güdümlü sendikalar, 11 hizmet kolunun 10’unda yetkiyi almaları, bizleri önümüzdeki dönemde daha zorlu ve çetin mücadele günlerin beklediğini göstermektedir. Bu durum, hükümet güdümlü konfederasyon ve onun hizmet kolumuzda örgütlü sendikasının önümüzdeki dönemde “genel yetkiyi” alabilmek için her yola başvuracağını, kendi sendikalarına üye olmayan kültür, sanat ve turizm emekçilerine yönelik baskı ve yıldırma politikalarının artarak devam edeceğini göstermektedir. Kültür Sanat Sen, gerek hizmet kolumuzda yaşanan gelişmeler, gerekse 18 bini aşkın kültür, sanat ve turizm emekçisinin ekonomik, demokratik ve özlük sorunları ile ilgili olarak bugüne kadar ortaya koyduğu mücadeleci ve direngen tutumu kararlılıkla sürdürecek, siyasi ve idari baskılara örgütlü gücüyle karşı koyacaktır. Sendikalar kuruluş amaçları itibariyle hükümetlerden iktidarlardan yana değil, işçiden emekçiden yana taraf olmak durumundadırlar. Başbakanın “taraf olmayan bertaraf olur” demesi boşuna değildir. Kültür, sanat ve turizm emekçileri “bertaraf” olmamak için Kültür Sanat-Sen de “taraf” olmuşlardır. 2013’te sendikamızı ve konfederasyonumuz KESK’i sahiplendiğimizi göstermenin en etkili yolu, Kültür Sanat Sen’in bir kez daha genel yetkili sendika olmasıdır. KESK’in mücadelesini, sendikal mücadele alanında engelleyemeyenler, kamuoyunun kafasında soru işaretleri yaratmak amacıyla, KESK’i ve bağlı sendikaları yarattıkları “kara propaganda” ile yıpratmak, bu şekilde kamuda sadece hükümet güdümlü konfederasyon ve sendikaların yetkili olmasını sağlamak için düğmeye basmış durumdadır. Bunun ilk işaretleri 25 Haziran’da KESK ve bağlı sendikalara yönelik olarak gerçekleştirilen “operasyonlar” ile verilmiştir. Sendikalarımıza yönelik baskı ve gözaltıların gerçek nedenlerini, arama ve gözaltı kararı veren savcı, emniyet yetkilileri ve böylesine çirkin bir operasyonun gerçekleşmesi için adeta “dua edenler” çok iyi bilmektedir. Gözaltındaki sendika üye ve yöneticilerine sorulan soruların tamamen sendikal faaliyetlerle ilgili olması, KESK’i yıpratmaya çalışanların siyasi iktidarın istekleri doğrultusunda hareket ettiğini ve sendikal mücadeleye tamamen “iktidarın gözü” ile baktıklarını göstermektedir. Kamuoyunun kafasında oluşacak soru işaretlerini gidermek açısından, büyük bir gürültü eşliğinde gözaltına alınan KESK’e bağlı sendika üye ve yöneticilerine sorulan sorulara baktığımızda, sendikalarımıza yönelik operasyonlardan kendilerine pay çıkaranların nasıl bir acizlik ve çaresizlik içinde olduğu görülmektedir. Gözaltındaki sendika üye ve yöneticilerine şu sorular sorulmuştur: • 8 Ekim 2011 tarihinde KESK ve sağlık örgütlerinin ortaklaşa düzenlediği mitinge neden katıldınız? Bu mitinge katılmaktaki amacınız neydi? Mitinge katılmak için herhangi bir yerden talimat aldınız mı? • Şube başkanlarının gözaltına alınmasını neden protesto ettiniz? • 21 Aralık 2011 tarihinde KESK tarafından yapılan iş bırakma eylemine katılmak için kimden talimat aldınız? • 26 Ocak 2012 tarihinde TBMM’de görüşülmekte olan sendika yasasını neden protesto ettiniz? • 13 Şubat ve 13 Nisan’da KESK’li kadınların tutuklanmasını neden protesto ettiniz? • 4+4+4 eğitim yasasına yönelik olarak neden protesto eylemleri düzenlediniz? Bu eylemleri düzenlemekteki amacınız neydi? Bu konuda herhangi bir talimat aldınız mı? Savcılık sorgusu sırasında gözaltına alınanlara, KESK’in ve KESK’e bağlı sendikaların sendikal faaliyetlerine toplantılarına neden katıldıkları sorulmuş, sendika yöneticilerinin günlük sendikal faaliyetler çerçevesinde yaptıkları telefon görüşmeleri üzerinden “suç ve suçlu” yaratılmaya çalışılmıştır. Şu temel gerçeği herkes çok iyi bilmektedir ki, savcıların elinde KESK üye ve yöneticilerini suçlayacak, kamu emekçilerinin de ortak karar alıp ortak katıldıkları, herhangi bir sendika yöneticisi ve üyesinin yapması gereken eylemler dışında hiçbir “suç unsuru” yoktur. Sorgulamayı yapan savcılar, sendikaların nasıl kurumlar olduğunu ve nasıl işlediğini çok iyi bilmelerine rağmen, hiçbir şey bilmiyormuş gibi, zorla suç ve suçlu yaratmaya çalışmışlar, bu amaçla KESK’i ve mücadelesini yıpratmayı, işyerlerinde ve alanlarda engelleyemedikleri mücadelemizi, böylesine karanlık ve şaibeli operasyonlar üzerinden gerçekleştirmeyi hedeflemişlerdir. AKP hükümeti, doğrudan kendi denetimine aldığı ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği yargı ve emniyet güçleri aracılığıyla, karşısında tehdit olarak gördüğü herkesi, her kurumu hedef haline getirmiştir. 25 Haziran’dan bu yana yaşananlar, KESK ve bağlı sendikaların kamuoyundaki etkisi ve mücadele alanlarını daraltmayı hedeflemektedir. KESK ve bağlı sendikalara yönelik baskılar, emek alanında ve kültür sanat ve turizm hizmet kolunda yoğunlaşması beklenen saldırılara karşı güçlü bir karşı koyuşun engellenmesi, en azından bu yönde oluşacak bir mücadele cephesinin parçalanarak zayıflatılması ve etkisiz hale getirilmesini amaçlamaktadır. 20 yılı aşkın süredir kamu emekçileri mücadelesinin en ileri ve en kitlesel gücü olan sendikalarımıza yönelik olarak gerçekleştirilen son operasyon, gelecekten kaygı duyan, hak ve çıkarları için mücadele etmekten başka çıkar yol görmeyen tüm mücadeleci kesimlere yönelik açık bir gözdağıdır. Ancak şu çok iyi bilinmelidir ki, sendikalarımız, üzerindeki bütün baskı ve sindirme politikalarına rağmen, yıllardır savunduğu ilke ve değerlerden ödün vermeden mücadelesine devam edecektir. Tüm kültür, sanat ve turizm emekçilerini, haklarımıza ve geleceğimize yönelik her türlü tehdit ve baskı karşısında, daha fazla dayanışma içinde olmaya çağırıyor, hizmet kolunda yetkili sendika olmamızı sağlayan bütün kültür, sanat ve turizm emekçilerine teşekkür ediyoruz.
Üyemiz, memur olarak çalıştığı kurumun amiri tarafından 3 yıl boyunca mobbinge maruz kalmış, yine amirin kışkırtmaları sonucunda erkek mesai arkadaşından dayak yemiştir. Dayak öncesinde de yine aynı kişinin aşağılamalarını amirine bildirmesine rağmen, üyemizin şikâyetleri dikkate alınmamıştır. Bu da yetmezmiş gibi müdürün cinsel tacizine uğramasıyla birlikte olaylar tahammül sınırını aşmış ve üyemiz olayı yargıya taşımak istediğini söyleyerek sendikamıza başvurmuştur. Bu süre zarfında tehditler almış, üzerine araba sürülmüş, evi soyulmuş, takip edilmiş ve bütün bunlar polis tutanaklarıyla kaydedilmiştir.
Arkasından valilik oluru alınarak bakanlığa bildirilmeden usulsüz bir şekilde geçici görevlendirme yapılarak, üyemiz başka bir kuruma gönderilmiştir. Yapılan soruşturma sonucunda görevlendirmenin usulsüzlüğü sebebiyle işlem iptal edilmiş üyemize sadece “sehven” yapılmış denmiştir.
Taciz davamız devam ederken üyemiz; her ne demekse “davanın selameti açısından” Edirne’ye sürülmüş, Çanakkale İdare mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararı ile tekrar görev yerine dönebilmiştir. Bir yılı aşkın bir süredir yürüttüğümüz hukuki ve fiili meşru mücadelemiz sonucunda, yine Çanakkale İdare Mahkemesinin kararıyla tacizci müdür 3 yıl 1,5 ay hapis cezası almıştır.
Tacizci olduğu mahkeme kararıyla tescillenen bu müdür, üyemizin yaşadığı ve yıllarca süren sıkıntıları yetersiz görmüş olacak ki; erkek mesai arkadaşından dayak yediği olayda bile üyemizi suçlu göstererek, üyemiz hakkında Devlet memurluğundan çıkarma cezası talep etmiştir. İzmir’de karakolda sille tokat dayak yiyen Fevziye Cengiz’i hatırlarsınız; dayak atan polisin kolu çizildi diye dayak yiyen Fevziye Cengiz için hâkim 6 yıla kadar ceza istemişti. Benzer olaylar gibi görünen bu iki olay aslında birbirinin tıpatıp aynısıdır; Bir bütünün parçası, yani AKP’nin kadına bakış açısının yansımalarıdır.
Fethiye toplu tecavüz davasını da hatırlarsınız; bu dava polislerin görmediği, savcıların duymadığı, hakimlerin dinlemediği bir adalet mekanizmasında, kadınların hukuk mücadelesi ve dayanışması sonucunda açılabilmişti. Tecavüz çetesinin avukatlığını Muğla baro başkanı ve sekreteri üstlenmişti. Kurumsal kimliği dolayısıyla tecavüzcülerin avukatlığını yapmasının yanlış olduğu ve vazgeçmesi konusunda yapılan eleştirilere kulak tıkayan baro başkanını protesto eden avukat Candan Dumrul’u da hukuka ve ahlaka aykırı davranmak iddiasıyla baroya şikâyet etmiş ve savunması istenmişti. Nasıl bir ahlak anlayışıdır ki olayın failline değil mağduruna karşı işlem yapmakta bir mahsur görülmemektedir.
Benzer demiyoruz, aynı olayı Çanakkale taciz davamızda Genel Sosyal Dış İlişkiler ve Kadın Sekreterimiz Deniz Özsaygı yaşamıştır. Üyemize cinsel saldırıda bulunan amirin avukatı olan Çanakkale Baro Başkanı, N. Ç. davasından çıkan kararı toplum vicdanını yaralar nitelikte bulduğu yönünde bir açıklama yapmıştır. Deniz Özsaygı’nın kendisinin bu çelişik durumunu eleştirmesi üzerine Çanakkale Baro Başkanı, kendisine dava açarak karşılık vermiştir. Tekrar söylüyoruz; bu iki olay da benzer değil tıpatıp aynıdır; Kadına yönelik işlenen suçları münferit olarak nitelendiren, böylelikle sorumluluktan kurtulabileceğini sanan AKP’nin kadın politikalarının yansımasıdır.
Süreklilik arz eden fiil ve uygulamaların münferit olamayacağı herkesçe bilinen bir gerçektir. Kadına karşı şiddetin, diğer şiddet türlerinden ayrılması sistematik oluşundan ileri gelir. Ailenin korunması yasası, kadına yönelik işlenen suçlar içerisinde özellikle şiddetin önüne geçemez. Bir sebeple aile içerisinde herkes şiddete maruz kalma durumu yaşayabilir. Kadınsa, şiddete her an her yerde maruz kalabilmektedir. Kadına yönelik şiddeti aile içerisine hapsetmek, genelleştirmek, durumun özünü değiştirdiği gibi önleyici olmaktan da çıkarır. Çünkü kadına yönelik şiddet ataerkil sistemin cinsiyet ayrımcı politikalarından ileri gelir.
Sendikamız Genel Merkez Kadın sekreteri Deniz Özsaygı’ya ve Avukat Candan Dumrul’a yöneltilen haksız suçlamalardan derhal vazgeçilmesini istiyoruz.
Biz yaşamın her alanında kadına yönelik her türlü ayrımcılığa, tacize, tecavüze, şiddete ve kürtaj yasağı gibi kadının özgür iradesini tamamen yok edecek uygulamalara dur diyen kadınlarımızın yanında örgütlü gücümüzle mücadele etmeye devam edeceğiz.